CLICK HERE FOR BLOGGER TEMPLATES AND MYSPACE LAYOUTS »

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Adres değiştirdik sayın okur ! : )

Merhabalar;

Blog yazmaya yeni sayfamdan devam ediyorum.


Takip etmek isteyenler ; buraya bir tık 

Hepinizi beklerim.

(Link olur da açılmazsa; http://cafefora.blogspot.com/)

24 Ocak 2013 Perşembe

Başak Cafe


Haftanın son ve en güzel gününden herkese merhaba;

Çalışan insanlar için sanırım haftanın en güzel günü Pazar ve Cumartesi'den öte Cuma günü olsa gerek:) İstanbul'da Cuma sabahları trafik sorunu genelde daha az oluyor; ancak akşam saati için aynı şeyi söylemeyeceğim. Hatta geçen gün bir Cuma akşamı metrodayım; toplu taşımayı yoğun olarak kullanmayan bir adam diğer adamla sohbet ediyor:

"Bugün niye böyle çok kalabalık? Dün sakindi?"
"Bugün Cuma, ondan ötürü."
"Nasıl yani? Cuma günü bu insanlar çoğalıyor mu?" :)

Günde üç defa toplu taşıma kullanan biri olarak bu tarz hikayeler bende çok; zamanla yazarım..

Bugün sizlere güzel bir mekanı tanıtmak istiyorum:

Bir aralar sık sık ziyaret ettiğimiz, bu aralar fırsat bulamadığımız bir cafe ile başlayalım; Başak Cafe. Bakırköy tren istasyonun hemen yanında, ara sokakta.



Kapıdan içeri giriyorsunuz, cıvıl cıvıl bir dükkan sizi karşılıyor. Eski resimler, eski radyo-televizyon, biblolar, çiçekler, keçeler, danteller, antika objeler... Biraz ilerledikten sonra bahçeye çıkıyorsunuz; üstü kapalı yeşilliklerle çevrili bir bahçe. Serin, rahat, loş ve sakin. Biz genelde bira-patates alıyoruz ama geçen gün değişiklik yapıp tatlı yedik. Başak Pasta diye kendilerine has bir pastaları var; oldukça hafif. Deneyin derim. Yemekleri de güzel görünüyor ancak biz henüz deneyemedik.

Belki siz denersiniz, işte adres; Kartaltepe Mahallesi Mektupçu Sokak No: 2 Bakırköy


Ayrıca kapıya gelmeden önce, tuvaletten çıktıktan hemen sonra solda bir defter var; anılarınızı yorumlarınızı yazabilirsiniz :) Bizim notlarımızı da okuyabilirsiniz..


23 Ocak 2013 Çarşamba

Perde!

Merhabalar;

Bu aralar kendimi keçeye adadım; zamanımın çoğunu keçelerimden yeni bir şeyler yaparak geçiriyorum. Bir sürü magnet, broş, kolye yaptık ancak henüz fotoğraflayamadım. Umarım yakın zamanda sizlerle paylaşabilirim.

Bu aralar iki yeni oyun izledim ancak yazmaya fırsat bulamadım. Bu gün son haftalarda izlediğim oyunları sizlere takdim etmek istiyorum; Vişne Bahçesi ve Dar Ayakkabı ile Yaşamak.

Dar Ayakkabı ile Yaşamak isimli oyunu geçen hafta Cumartesi günü Harbiye Sahnesinde izledim. Sahnenin %25lik kısmının boş olmasına gerçekten üzüldüm; ama belki saatin erken olması, aynı gün hem ÇHD avukatları için yürüyüş hem de Hrant Dink anma etkinliklerinin olması ayrıca havanın yağmurlu olmasının sonucudur diye düşünmekteyim. Hayır, kötü düşünmek istemiyorum, hayır. (Bu arada; Faşizme inat kardeşimsin Hrant! 6 yıldır hala adalet bekliyoruz)



Bir ayakkabı fabrikasının içindeyiz, 5 tane işci iki yıldır işten atılmalara karşı direniyor ancak hiç bir sonuç alamamışlar. Bütün bunlar neticesinde açlık grevine giriyorlar. Ve uyanık bir medyacı onların eyleminden kendisine pay çıkarıyor, ölümlerini TV ekranlarında para uğruna satıyor. Duşan Kovaçeviç oyunu yıllar yıllar öncesinde yazmış; peki ya bugün? Bugün de değişen hiçbir şey yok, ne işçi hakları konusunda ne de insanların haklı mücadelelerinden kendilerine rant sağlayan tacirler konusunda. Açın televizyonları, izlediğiniz kaç tane habere inanabileceksiniz? İşçi eylemlerini sanki toplumun huzurunu bozuyormuş gibi veren kanallar, tecavüz haberlerini kadın hak etmiş gibi yansıtan sunucular, o bu şu diye ayrım yapan haberler... Oyunun temalarından bir tanesi de buydu; medyanın bir haberi mutfağında form değiştirerek sunması.

Diğer tema sistemin insanların acılarından, özürlerinden, yoksulluklarından ve yoksunluklarından rant sağlaması. Yarışma programlarına bakın; insanların özürlerine gülüyoruz. Yazık.



Gelelim oyunun künyesine; Duşan Kovaçeviç yazmış, Nurullah Tuncer yönetmiş. İBB Şehir Tiyatrolarında izleyebilirsiniz. Detaylı bilgi için; http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/Oyun.aspx?oyunid=406

Vişne Bahçesi

Sahne Vintage tarzda bir yemek masası ile açılıyor, karşınızda uzun bir yemek masası. Tepesinde sonradan anlayacağınız vişne dalları. 19. yüzyıl sonu Rus aristokratlar her şeyini kaybetmiş, borç batağında. Karşılarında zengin bir köylü, sınıf farkından ötürü onu dikkate almaları mümkün değil. O ne bilebilir ki?



Bu oyunun beni en çok etkileyen sahnesi; köylü(!) Engin Alkan'ın devrimci öğrenciye "bak bu insanlara bak, çoğu amaçsız yaşıyor, amacının ne olduğunu bile bilmiyor! Bu insanlar için bunca çaba değer mi?" Bu cümle sonrası uzun uzun düşündüm; Engin Alkan benim düşündüklerimi tam karşıma geçerek dile getirmişti. Gerçekten değer mi?



Oyunun içeriği ile bilgiye gireceği için devamını yazmak istemiyorum; gidin ve izleyin derim. Oyunu Anton Çehov yazmış, Engin Alkan yönetmiş. Detaylı bilgi için; http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/Oyun.aspx?oyunid=407

Hepinize iyi seyirler!


17 Ocak 2013 Perşembe

Makarna Canavarı!

Merhabalar;

Yine çok uzun zaman olmuş yazmayalı. Bu zaman zarfında çok fazla tarif denedim; çok fazla kitap okudum ve çok fazla film izledim ancak hiçbirini yazmaya vakit bulamadım. Aslında vakitsizlikten öte bu aralar uykuya açlığım çok fazla. Sürekli olarak uykusuzluk hali içerisindeyim; bazı ilaçlar kullanmaya başladım sanırım onlar da ziyadesiyle uykumu getiriyor. Aşırı derecede kilo aldım; biraz da sanırım onun etkisi ile psikolojik anlamda iyi değilim; bu sebepten kendimi uykuya vuruyorum.

Kadınlar ne ister sorusunun tek cevabının 36 beden pantolona girmek olduğunu düşünmekteyim :) Biscolata erkekleri, milyarlık arabalar falan yalan yani:)

Neyse kilo aldım kilo aldım diyen normal bir insanın gidip rejime girmesi, spora başlaması gerekir ancak ben ne yaptım "makarnaaaa!". Kendimi sonsuz kilo alma azmimden ötürü tebrik eder; tarifi huzurlarınızda sunarım.

Saygılar, sevgiler efendim!

Basit Makarna Salatası

Malzemeler:

  • 1 paket kelebek makarna
  • Yarım demet maydanoz
  • Bir tutam dereotu
  • Bir küçük kase kadar kornişon turşusu 
  • 4-5 adet kurutulmuş domates
  • 5 yemek kaşığı mayonez
  • Bir kase kadar yoğurt
  • 3-4 yemek kaşığı sıvı yağ 
  • Pulbiber, karabiber, tuz
Yapılışı:

Makarnalar yağ ve tuz eşliğinde haşlanır. Makarnaları çok fazla pişirmedim, hafif diri bıraktım, süzdüm. Makarnalar soğuduktan sonra doğranmış kornişon turşuları, ince ince kıyılmış maydanoz ve dereotu, uzun uzun doğranmış kurutulmuş domatesler eklenir. Ayrı bir kasede mayonez ve yoğurt karıştırılıp makarnanın üzerine dökülür. Baharatlar eklendikten sonra salata iyice karıştırılır. Küçük bir tavada zeytin yağı ve pulbiber kızdırılıp servis ederken salatanın üzerine dökülür. 



Dilerseniz mısır, rende havuç da eklenebilir. 

Afiyet olsun!



16 Ağustos 2012 Perşembe

"The Intouchables"

Uzun zamandır izlemek istediğim bir film vardı; ısrarla kuzenimden istiyordum filmi. Uzun uğraşlar sonucu filmi kendi arşivime aldım, ancak o kadar merak ettiğim halde uzun zaman izleyemedim. Geçen hafta işten eve giderken dedim tamam bugün bu film izlenecek! Uykum da gelse, çok geç de olsa izlenecek. Giderken cipsimi, meyvemi aldım (cips yanında meyve yemek, denemediyseniz deneyin!) eve gittim. 



Filmin beni etkileyen en önemli iki özelliği; Fransızca olması (zira bir film Fransız filmi ise kötü de olsa izlerim, konuşmalarını dinlemek apayrı bir zevk benim için.) ikinci özelliği gerçek bir hikayeyi anlatıyor olması.

Philippe oldukça zengin bir entellektüel ancak biraz talihsiz; yamaç paraşütü yaparken sakatlanmış, boyundan itibaren vücudu tutmuyor. (Bu noktada François Cluzet'in rolünün hakkını verdiğini söylemem lazım. Gerek gülerken, gerek otururken gerekse konuşurken gerçekten felçili olduğunu zannediyorsunuz.) Devasa bir evde; aşçı, mektup yazacak bir edebiyatçı, bahçıvan, şöför vb. tüm yardımcılar mevcut. Tek eksik Phillipe'e bakacak bir yardımcı. Yardımcılarını mülakatla işe alıyor ve mülakatları yaparken o arada içeri birisi giriyor. Ve bitmeyecek bir dostluğun ilk temelleri orada atılıyor. Diğer tüm yardımcılar sadece iki ay dayabiliyorken Driss bu işi başarıyor. 

Daha fazla detaylı bilgi vermek istemiyorum; filmin heyecanını kaçırmanın manası yok. Bol bol güleceğiniz, kimi zaman hüzenleneceğiniz bir film. Aslında 2011 yapımı ancak ödüller falan aldıktan sonra ancak sesini duyurabildi. Künyesine bakacak olursak; yönetmen ve senaryo Olivier Nakache ve Eric Toledano. Oyuncular; Philppe François Cluzet'te vücut buluyor; Driss ise Omar Sy'da. IMDB puanı; 8.6. Puanının hakkını veriyor; merak etmeyin. Fransa'nın Oscar ödülleri sayılan Cesar ödüllerinde iki oyuncuda aday iken Omar Sy ödülü kapıyor ve Fransa'nın ilk Afrika kökenli bu ödülü alan ismi oluyor!


Görseller internetten alıntıdır.

İyi seyirler!

12 Ağustos 2012 Pazar

Yagmur, deniz, ruzgar! Yaşasin üşümek!

Merhabalar! Bu hafta sonunu istanbulda geçirmekti aslında niyetim; eve gidip tüm hafta sonu uyumaya niyetliydim. Cumartesi günü iş çıkışı biraz temizlik yapıp uyudum. Malumunuz iki haftadır evde tek yaşıyorum. Iftar sonrası baktım yollar boş, otobüsler boş. Çantamı kaptım çıktım; annemlerin yanına yazliga gittim. Giderken de Avcılar-Turksan duragindaki Antepli ismindeki tatlıcıdan dürům sarma aldım. Tatlı enfessstiii! Şekeri yağı tam kararında, fistigi bol:) Bundan sonra yeni tatlıcım budur, fotoğraflayamadım çünkü tatlılar bitti.

Bu arada yazlık Gümüşyaka'da. Pazar sabahları ıstanbul sosyetelerinin "organik pazar" diye isimlendirecegi küçük bir halk pazarı kuruluyor. Gitmek isteyenler için; Kinali çıkışlarindan sonra Gumusyakaya gelmeden Meltem Aile Kampının tam karşısında bölge halkının kendi mahsullerini sattığı bir pazar. Biz sırf domates almak için gittik; giderken de artistik atlayislar yaparken kendimi yerde buldum. Uzun zamandır düşmüyordum; çocukluğumu hatırladım:)  



Ve gunun en önemli olayı; yağmur yagiyoooor! Su anda balkondan hem manzarayı izliyor hem yazıyorum. Muhteşem bir gün, muhteşem bir hava. Sağanak yağmur altında denize de girdim; hadi hayırlısı. Griptik zatürree olmasak bari! Eğer hiç yağmurda denize girmediyseniz mutlaka ama mutlaka girin. Dalgalar enfesti, bir yandan rüzgar bir yandan yağmur. Fırtına sonrası sahilde yürüyüş yaptık, deniz içinde ne varsa dışarı kusmuş. Pet şişeler, oyuncaklar, çer çöp, midye kabukları, rengarenk taşlar. Çakıl taşı ve midye kabukları topladım; hedefim dekoratif bir şeyler oluşturmak. Şimdilik beklemede taşlar ama yakın zamanda bu sayfalarda görücüye çıkacaklar.

Ayrıca tarif değil ama bilmeyenler için; közde mısır! Mısırın her türlüsü güzeldir ama bu hali de başka güzeldir.


11 Ağustos 2012 Cumartesi

Güzelyalı-Trilye-Mudanya-Cumalıkızık! Bursa Yolcusu Kalmasın!

Bugün bilgisayarımda fotoğraflarımı karıştırırken fark ettim; geçen ay bir Bursa programım vardı. Ancak her zamanki gibi onu da yayınlamaya fırsat bulamadım. Velhasıl geç olsun güç olmasın diyerek Bursa turumuza başlıyoruz.

İdo'nun yeni bir uygulaması var; İdobüs. Kabataş-Güzelyalı arası 2 saat ve fiyatı akıl almayacak derecede ucuz! Gidiş dönüş 7TL. Her ne kadar korka korka binsem de Güzelyalı'ya ayak basmayı başardık. Akşam güneşinin tadını çıkarta çıkarta arkadaşımı bekledim, daha sonra iki Bursalı beni en çok sevdikleri yere götürdüler; Trilye'ye!!  Henüz bir ergenken okuduğum Yüreğim Seni Çok Sevdi diye bir kitap vardı, o kitapta bahsi çok geçmişti bu yerin ve de ben deli gibi merak ediyordum.

İki yanı yemyeşil yoldan vurduk kendimizi yukarı, sanırım bir dağ dolandık indik çıktık indik çıktık Trilye merkeze vardık. Aman Tanrım minicik sevimli evler, incik boncuk dolu dükkanlar, taze balıklar, taze meyveler, şarap satan dükkanlar ve tabii ki zeytin ve zeytinyağı satan sevimli dükkanlar. Bayıldım bayıldım bayıldım! Sahil şeridinde 4-5 adet sevimli cafe var, birisine oturup gün batımını izleyip sohbet ederek bu güzel havayı ciğerlerimize çeke çeke biralarımızı yudumladık.

Not: Sahildeki sevimli, 70ler 80ler havasını yaşatan cafenin sahibi sana ne kadar imrendim, cafeni ne kadar kıskandım anlatamam!


 Trilyeden sonra kendimi FSM'de buldum; İstanbul'un Taksimi diye takdim ettiler burayı. Oturacak yer bulmamız yaklaşık yarım saatimizi aldı, her yer tıklım tıklım her yer kalabalık. Leman Kültürde bahçede bir yer bulunca atıverdik kendimizi. Geceyi arkadaşımda geçirdim, annesinin evde açtığı muazzam su böreğini de midemize indirip uyuduk. Su böreğini tanımlayacak kelime bulamıyorum o nedenle kısa geçiyorum; çünkü kelimenin tam anlamıyla muazzamdı!



Sabah erkenden yollara vurduk kendimizi, çook merak ettiğim Cumalıkızık köyüne gidiverdik gayri. Muhteşem bir köy kahvaltısı ile; ki altta fotoğraflarını göreceğiniz üzere güne başladık.



Cumalıkızık ile ilgili daha da yazabilirdim ancak fotoğraflarla anlatmayı tercih ediyorum. Ben eriklerin fotoğrafını çekerken teyze çok şaşırdı, "aa bir de fotoğrafını çekiyor biz erikten bıkmışız, görmek istemiyoruz" dedi. Çok güldük teyzenin bu laflarına : ) Nitekim erik bıkılacak gibi değildi, iki kiloyu aldık kolumuza doladık. Geze geze yedik.


Hızını alamayan Gamze bir paket de kara dut yedi!


Sanırım Cumalkızık'ın en meşhur şeyi; böğürtlen ve ahududu. Ben de İstanbula dönerken iki kavanoz alıverdim.