CLICK HERE FOR BLOGGER TEMPLATES AND MYSPACE LAYOUTS »

16 Ağustos 2012 Perşembe

"The Intouchables"

Uzun zamandır izlemek istediğim bir film vardı; ısrarla kuzenimden istiyordum filmi. Uzun uğraşlar sonucu filmi kendi arşivime aldım, ancak o kadar merak ettiğim halde uzun zaman izleyemedim. Geçen hafta işten eve giderken dedim tamam bugün bu film izlenecek! Uykum da gelse, çok geç de olsa izlenecek. Giderken cipsimi, meyvemi aldım (cips yanında meyve yemek, denemediyseniz deneyin!) eve gittim. 



Filmin beni etkileyen en önemli iki özelliği; Fransızca olması (zira bir film Fransız filmi ise kötü de olsa izlerim, konuşmalarını dinlemek apayrı bir zevk benim için.) ikinci özelliği gerçek bir hikayeyi anlatıyor olması.

Philippe oldukça zengin bir entellektüel ancak biraz talihsiz; yamaç paraşütü yaparken sakatlanmış, boyundan itibaren vücudu tutmuyor. (Bu noktada François Cluzet'in rolünün hakkını verdiğini söylemem lazım. Gerek gülerken, gerek otururken gerekse konuşurken gerçekten felçili olduğunu zannediyorsunuz.) Devasa bir evde; aşçı, mektup yazacak bir edebiyatçı, bahçıvan, şöför vb. tüm yardımcılar mevcut. Tek eksik Phillipe'e bakacak bir yardımcı. Yardımcılarını mülakatla işe alıyor ve mülakatları yaparken o arada içeri birisi giriyor. Ve bitmeyecek bir dostluğun ilk temelleri orada atılıyor. Diğer tüm yardımcılar sadece iki ay dayabiliyorken Driss bu işi başarıyor. 

Daha fazla detaylı bilgi vermek istemiyorum; filmin heyecanını kaçırmanın manası yok. Bol bol güleceğiniz, kimi zaman hüzenleneceğiniz bir film. Aslında 2011 yapımı ancak ödüller falan aldıktan sonra ancak sesini duyurabildi. Künyesine bakacak olursak; yönetmen ve senaryo Olivier Nakache ve Eric Toledano. Oyuncular; Philppe François Cluzet'te vücut buluyor; Driss ise Omar Sy'da. IMDB puanı; 8.6. Puanının hakkını veriyor; merak etmeyin. Fransa'nın Oscar ödülleri sayılan Cesar ödüllerinde iki oyuncuda aday iken Omar Sy ödülü kapıyor ve Fransa'nın ilk Afrika kökenli bu ödülü alan ismi oluyor!


Görseller internetten alıntıdır.

İyi seyirler!

12 Ağustos 2012 Pazar

Yagmur, deniz, ruzgar! Yaşasin üşümek!

Merhabalar! Bu hafta sonunu istanbulda geçirmekti aslında niyetim; eve gidip tüm hafta sonu uyumaya niyetliydim. Cumartesi günü iş çıkışı biraz temizlik yapıp uyudum. Malumunuz iki haftadır evde tek yaşıyorum. Iftar sonrası baktım yollar boş, otobüsler boş. Çantamı kaptım çıktım; annemlerin yanına yazliga gittim. Giderken de Avcılar-Turksan duragindaki Antepli ismindeki tatlıcıdan dürům sarma aldım. Tatlı enfessstiii! Şekeri yağı tam kararında, fistigi bol:) Bundan sonra yeni tatlıcım budur, fotoğraflayamadım çünkü tatlılar bitti.

Bu arada yazlık Gümüşyaka'da. Pazar sabahları ıstanbul sosyetelerinin "organik pazar" diye isimlendirecegi küçük bir halk pazarı kuruluyor. Gitmek isteyenler için; Kinali çıkışlarindan sonra Gumusyakaya gelmeden Meltem Aile Kampının tam karşısında bölge halkının kendi mahsullerini sattığı bir pazar. Biz sırf domates almak için gittik; giderken de artistik atlayislar yaparken kendimi yerde buldum. Uzun zamandır düşmüyordum; çocukluğumu hatırladım:)  



Ve gunun en önemli olayı; yağmur yagiyoooor! Su anda balkondan hem manzarayı izliyor hem yazıyorum. Muhteşem bir gün, muhteşem bir hava. Sağanak yağmur altında denize de girdim; hadi hayırlısı. Griptik zatürree olmasak bari! Eğer hiç yağmurda denize girmediyseniz mutlaka ama mutlaka girin. Dalgalar enfesti, bir yandan rüzgar bir yandan yağmur. Fırtına sonrası sahilde yürüyüş yaptık, deniz içinde ne varsa dışarı kusmuş. Pet şişeler, oyuncaklar, çer çöp, midye kabukları, rengarenk taşlar. Çakıl taşı ve midye kabukları topladım; hedefim dekoratif bir şeyler oluşturmak. Şimdilik beklemede taşlar ama yakın zamanda bu sayfalarda görücüye çıkacaklar.

Ayrıca tarif değil ama bilmeyenler için; közde mısır! Mısırın her türlüsü güzeldir ama bu hali de başka güzeldir.


11 Ağustos 2012 Cumartesi

Güzelyalı-Trilye-Mudanya-Cumalıkızık! Bursa Yolcusu Kalmasın!

Bugün bilgisayarımda fotoğraflarımı karıştırırken fark ettim; geçen ay bir Bursa programım vardı. Ancak her zamanki gibi onu da yayınlamaya fırsat bulamadım. Velhasıl geç olsun güç olmasın diyerek Bursa turumuza başlıyoruz.

İdo'nun yeni bir uygulaması var; İdobüs. Kabataş-Güzelyalı arası 2 saat ve fiyatı akıl almayacak derecede ucuz! Gidiş dönüş 7TL. Her ne kadar korka korka binsem de Güzelyalı'ya ayak basmayı başardık. Akşam güneşinin tadını çıkarta çıkarta arkadaşımı bekledim, daha sonra iki Bursalı beni en çok sevdikleri yere götürdüler; Trilye'ye!!  Henüz bir ergenken okuduğum Yüreğim Seni Çok Sevdi diye bir kitap vardı, o kitapta bahsi çok geçmişti bu yerin ve de ben deli gibi merak ediyordum.

İki yanı yemyeşil yoldan vurduk kendimizi yukarı, sanırım bir dağ dolandık indik çıktık indik çıktık Trilye merkeze vardık. Aman Tanrım minicik sevimli evler, incik boncuk dolu dükkanlar, taze balıklar, taze meyveler, şarap satan dükkanlar ve tabii ki zeytin ve zeytinyağı satan sevimli dükkanlar. Bayıldım bayıldım bayıldım! Sahil şeridinde 4-5 adet sevimli cafe var, birisine oturup gün batımını izleyip sohbet ederek bu güzel havayı ciğerlerimize çeke çeke biralarımızı yudumladık.

Not: Sahildeki sevimli, 70ler 80ler havasını yaşatan cafenin sahibi sana ne kadar imrendim, cafeni ne kadar kıskandım anlatamam!


 Trilyeden sonra kendimi FSM'de buldum; İstanbul'un Taksimi diye takdim ettiler burayı. Oturacak yer bulmamız yaklaşık yarım saatimizi aldı, her yer tıklım tıklım her yer kalabalık. Leman Kültürde bahçede bir yer bulunca atıverdik kendimizi. Geceyi arkadaşımda geçirdim, annesinin evde açtığı muazzam su böreğini de midemize indirip uyuduk. Su böreğini tanımlayacak kelime bulamıyorum o nedenle kısa geçiyorum; çünkü kelimenin tam anlamıyla muazzamdı!



Sabah erkenden yollara vurduk kendimizi, çook merak ettiğim Cumalıkızık köyüne gidiverdik gayri. Muhteşem bir köy kahvaltısı ile; ki altta fotoğraflarını göreceğiniz üzere güne başladık.



Cumalıkızık ile ilgili daha da yazabilirdim ancak fotoğraflarla anlatmayı tercih ediyorum. Ben eriklerin fotoğrafını çekerken teyze çok şaşırdı, "aa bir de fotoğrafını çekiyor biz erikten bıkmışız, görmek istemiyoruz" dedi. Çok güldük teyzenin bu laflarına : ) Nitekim erik bıkılacak gibi değildi, iki kiloyu aldık kolumuza doladık. Geze geze yedik.


Hızını alamayan Gamze bir paket de kara dut yedi!


Sanırım Cumalkızık'ın en meşhur şeyi; böğürtlen ve ahududu. Ben de İstanbula dönerken iki kavanoz alıverdim.







10 Ağustos 2012 Cuma

Haftanın film önerisi ile karşınızdayım!

Upuzun bir aradan sonra yeniden merhabalar!

O kadar yoğun bir zaman dilimiydi ki bu uzun ara; değil yazmaya vakit bulmak blog dahi aklıma gelemedi. Sanırım tam anlamıyla blogu benimseyemedim; sürekli yazma devinimini alışkanlık edinemedim. Unutuyorum, atlıyorum, zaman bulamıyorum veya sıkılıyorum! Bu sefer kararlıyım; yeni yemek denemelerimi, okuduğum kitapları, izlediğim filmleri, gezdiğim gördüğüm yerleri bu sefer günü gününe paylaşmaya kararlıyım..

Bu haftanın ilk yazısını o zaman geçen hafta izlenen güzel bir filmle noktalayalım; haftanın film önerisi "You've got mail!" Biliyorum biliyorum neredeyse izlemeyen kalmadı ama tam anlamıyla baştan sona izleme fırsatını ancak geçen hafta öğlen sıcağında bulabildim. Güzel bir aşk hikayesi; ancak sonunda söylediğim cümle şu oldu: "Film işte!"  "Aşkın 500 Günü" filmindeki "Bu filmler, kitaplar, şarkılar yalancılar! Yalancılar çünkü aşk hakkında sürekli bize yalan söylüyorlar!" repliği çınladı bir an kulaklarımda.

Film künyesine bakacak olursak; 1998 yapımı IMDB puanı oldukça düşük (6.3/10) Nora Ephron filmi. Tom Hanks ve Meg Ryan başrollerde. Bir insandan aynı anda hem nefret edip hem de gerçekten sevebilir misiniz?

Yarına kitap önerisi ile karşınızda olacağım! Evet evet olacağım,inanıyorum...